Son 20 yıldır kamuoyu tartışmalarında kendine haklı bir yer edinen iklim değişikliğinin; sera gazı emisyonuna bağlı olarak ortaya çıkıyor oluşu, halihazırda reddi mümkün olmayan bilimsel bir gerçektir. Enerji tüketimi, sanayileşme, tarım ve hayvancılık endüstrilerinin işleyişi, atık maddeler, kaynak tüketimi gibi nedenlerle atmosfere salınan karbon miktarı ivmeli bir artış göstermekte; bu da küresel bir problem olan iklim değişikliğini, konuşulması zorunlu bir gerçeklik haline getirmektedir. Karbon emisyonuna bağlı ısı artışının endüstri öncesi döneme göre 2℃’den daha fazla bir yükselme göstermesinin, iklim sistemini ani ve geri dönülmez bir değişime sürükleyeceği bilim çevreleri tarafından kabul gören bir husustur. İklim değişikliğinin sosyal adalet ve çevre adaleti açısından kaçınılmaz etkileri ise gündemimize onun moral boyutunu oluşturan iklim adaleti kavramını sokmayı zorunlu kılmaktadır.
İklim adaletinin temel meselesi; iklim değişikliğinin yaşanmasında en az katkı ve dolayısıyla sorumluluğa sahip olanların, iklim değişikliğinin sonuçlarından ilk ve en derinden etkilenenler -yahut etkilenecekler- olmasıdır. İklim değişikliğinin mevcut ya da potansiyel sonuçlarının; okyanuslarda aşırı ısı artışı, asidifikasyon, kıyı erozyonu, ekosistemlerde bozulma, biyolojik çeşitlilik kaybı, balıkçılık ve tarım faaliyetlerine bağlı ekonomik gerileme, su ve gıda güvenliği riskleri, iklim göçleri gibi olumsuzluklar olduğu düşünüldüğünde, yaşama hakkını kalbinde barındıran bir “insan hakkı” problemiyle karşı karşıya olunduğu rahatlıkla anlaşılabilir. “Çevre hakları”, “kolektif haklar”, “iklim değişikliğinin tarihsel sorumluluğu”, “ekolojik borç”, “emisyon hakkı” gibi anahtar kavramların ikrar edilmesinin ise iklim adaleti tartışmaları adına zaruri olduğunu söyleyebiliriz.
Salınıma bağlı olarak ortaya çıkan ekonomik büyüme gibi faydaların ve gezegen üzerinde doğacak maliyetlerin, devletler ve topluluklar arasında eşitsiz dağılımı (nimet-külfet ilişkisindeki tutarsızlık), iklim adaletini tesis etme amacına yönelik eylemleri zorunlu hale getirir. Azaltma ve adaptasyon politikalarının yürütülmesi bu hususta gereklidir. Devletler karbon salınımlarını azaltma konusunda gerekli önlemleri almalı ve küresel sıcaklık artışının halihazırda kaçınılmaz etkilerine adapte olmayı sağlayacak kapasite artırımları gerçekleştirmelidir.
Devletlerin iklimsel felaketler karşısında kırılganlıkları farklıdır. İklim değişikliğinin olumsuz etkileri açısından daha büyük risk içerisinde olan ve bu etkileri ortadan kaldırabilecek bir teknolojik yahut finansal kapasiteye sahip bulunmayan devletleri, kırılgan devletler olarak tanımlayabiliriz. Bu kırılganlık; zayıf ekonomi, coğrafi dezavantajlar, tarihsel miraslar, kötü yönetim sebeplerine dayanabilmektedir.
Endüstrileşmesi sebebiyle karbon emisyonunu ciddi oranlarda arttırmış ve küresel karbon salınım pastasından en büyük payı almış devletler, genellikle iklim değişikliğinin risklerine karşı koyacak finansal ve teknolojik kaynaklara sahiptir. Endüstrileşerek ekonomik kalkınmasını sağlamışlardır. Bu aşamada asıl zarara uğrayan; az gelişmiş ülkeler, küçük ada devletleri ve gelişmekte olan devletlerdir. Nitekim bu devletler oransal olarak az bir karbon emisyonuna sebebiyet vermişlerdir. Adalet damarımıza basan husus tam olarak budur.
Tam bu aşamada, çeşitli adalet anlayışlarının iklim adaleti meselesini kavrayışı ve ona yönelik sunduğu çözüm önerileri farklılık gösterebilir. Mevzubahis meseleyle ilgili olarak; “dağıtıcı adalet”, “düzeltici adalet”, “cezalandırıcı adalet”, “prosedürel adalet”, “ekolojik adalet”, “nesiller arası adalet”, “insan hakkı olarak adalet”, “kalkınma hakkı olarak adalet” ve “hukuki adalet” anlayışı olarak kategorize edeceğiz.
Dağıtıcı adalet yaklaşımında sosyal yarar ve yükümlülüklerin uygun biçimde dağıtımı söz konusudur. Bu ilkenin iklim adaletine yansıması, emisyon hakları ve azaltım yükümlülüklerinin devletlerin kırılganlık seviyelerine göre paylaştırılması şeklinde olacaktır. “Kirleten öder” ilkesinden hareketle en fazla emisyona sahip olan devlet, en büyük sorumluluğa sahiptir.
Düzeltici adalet kapsamında; vuku bulan zararın giderilmesi yatar. Eşit şartları tekrar tahsis etmek ve dengeye getirmek gerekir. Kırılgan ülkelerin adaptasyon maliyetlerinin karşılanması, temiz ve sürdürülebilir büyüme için teknolojik ve finansal destek sağlanması değerlendirilebilir.
Cezalandırıcı adalet yaklaşımına geldiğimizde, “kirleten cezalandırılır” ilkesinin odakta olduğu söylenebilir. Tarihsel sorumluluklar ve ekolojik borç kapsamında meydana gelmiş zararı tazmin yükümlülüğü doğar. Nitekim endüstriyel ülkeler, geçmiş nesillerinin kalkınma mirasını devraldıysa ekolojiyi tahribattan doğan sorumluluklarını da aynı şekilde almalıdır. Kırılgan ülkelerin adaptasyon maliyetlerinin karşılanması, ekolojik borcun tazminidir. Tazminat yükümlülüğü, gelişmekte olan ülkelerin kalkınma fırsatlarının ihlal edilmiş olmasını da kapsamaktadır.
Prosedürel adalet anlayışında, karardan etkilenen tüm tarafların karar alma sürecine katılmasının adaletin gereği olduğu yaklaşımı yatar. Kırılgan ve iklim değişikliğinden dolayı büyük ölçüde zarara uğramış topluluklar müzakerelerde gerektiği seviyede temsil edilmelidir.
Ekolojik adalet, insan ve doğal dünyanın geri kalanı arasındaki uyum ve bütünlüğü hedef alır. Toprak Ana Hakları Evrensel Beyannamesi bu çerçevededir. Nesiller arası adalet anlayışı doğrultusunda, gelecek nesillerin yaşam hakkının güvence altına alınması vurgulanır.
İnsan hakkı olarak adalet ise iklim değişikliğiyle bağlantılı etkileri bir insan hakları problemi olarak ele alır. Sağlıklı ve yaşanılabilir koşullar, gıda güvenliği, yerli halklara tanınacak öz belirlenim ve kaynak egemenliği oldukça önemli hususlardır.
Kalkınma hakkı olarak adalet anlayışında; gelişmekte olan ülkelerin yoksulluktan kurtulması, mevcut eşitsizliklerin giderilmesi ön plandadır. Endüstrileşmiş ülkeler emisyonlarını azaltarak geri kalmış ülkelerin kalkınma haklarını kullanması için atmosfer alanında onlara yer açmalıdır. Fakat dikkat edelim, buradan kalkınma hakkının kirletme hakkı olduğu sonucuna kesinlikle ulaşılmamalıdır.
Ve nihayet hukuki adalet anlayışında ise iklim değişikliğinden zarar gören tarafların haklarını koruyan ve güvence altına alan yasal düzenlemelerin yapılması gerektiğinin altı çizilir.
Sonuç olarak; iklim adaleti insan haklarını ilgilendiren, çözüme yönelik politikaların oluşturulması hususunda ivedilik taşıyan bir sorundur. Uluslararası toplumun gerekli iş birliği ve küresel ölçekte örgütlenmeyi sağlaması gerekir. Farklı adalet anlayışlarının iklim değişikliğinin yarattığı hakkaniyet sorununa farklı çözüm önerileri vardır. Zira yazımızda da kısaca bunlara değindik. Bazı devletlerin iklimsel felaketler karşısındaki kırılgan pozisyonları, sebep ve neticeleriyle birlikte iklim adaleti meselesinin kalbinde yatar.
İklim değişikliğinin olumsuz sonuçlarının es geçeceği tek bir canlı türü dahi yokken, iklim adaletinin bütün dünyalılar için olduğu unutulmamalıdır.
KAYNAKÇA
- Kaya, Yasemin, “ Paris Anlaşmasını İklim Adaleti Perspektifinden Değerlendirmek”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 14, Sayı 54, 2017, s. 87-106
- Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi
- http://www.csb.gov.tr/db/iklim/webmenu/ webmenu12421_1.pdf
- Demirci, Mustafa, “İklim Değişikliği ve Dağıtıcı Adalet”, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt 8, No.2, 2013, s.183-203.
0 Yorum