Siyasal İktidar ve Siyasal İktidarın Sınırlandırılması Kavramlarının Tarihsel Gelişimini

Klasik anlayışın aşılması günümüzde önem arz etmektedir. Sebebi, günümüz toplumlarında egemenliğin mutlak ve bölünemez olmasının başlıca 4 noktayla bağdaşmamasıdır.11 min


111

Türkçe’de iktidar sözcüğü “bir işi gerçekleştirmek için gereken kuvvet, muktedir olma, yapabilme, takat, kudret, kabiliyet, bir toplulukta veya kuruluşta idareyi elde bulundurmak, hükümet etmek” anlamına gelmektedir. Ayrıca otorite, etki, zorlama, ikna, güç gibi iktidarı ifade eden, çoğu açık uçlu ve belirsiz ama birbiriyle ilişkili kavramların çokluğu da tanım yapmayı zorlaştıran bir başka faktördür. Toplumun bütünü düzeyinde ortaya çıkan iktidar, siyasal iktidar olarak adlandırılır. Devlet teorisinde siyasal iktidar kavramı siyaset bilimi ve siyasal antropoloji ile uyumlu şekilde toplum üzerinde yasama, yürütme ve yargı faaliyetleriyle bir bütün oluşturan iktidar anlamında kullanılmaktadır.

Siyasal iktidarın en önemli ve belirgin özelliği toplumda ya da daha genel olarak devlette fiziki zor, cebir kullanma gücüne sahip olmasıdır. Bunu kullanarak kendisine karşı olan direnci kırabilmektedir. Bu bağlamda kuvvetin tek başına bir şey yapamayacağı ve rıza faktörünün önemi ortaya çıkmaktadır. Rızanın kaynağını, yani meşruiyeti sağlayan topluluğun tamamı bir kent veya ülke gibi sınırları belirli olan bir bölgede bulunmakta ve bu bölge de siyasal iktidarın kapsamını ifade etmektedir. İlkel toplum, kent toplumu, feodal toplum veya ulus niteliği taşıyan toplumun bulunduğu, yaşam ve ekonomik faaliyetlerini gerçekleştirdiği bölge bu etki alanıdır. Meşruluk, devlet iktidarının kaynağı ve kullanış şekilleri açısından, yönetilenlerin inançlarına uygun olma niteliğidir. İktidarın meşru olması, yönetilenler tarafından kabul edilmesi ve ona itaat edilmesi sonucunu doğurur. Siyasi iktidara itaat, onun doğruluğu ve haklılığı, başka deyişle meşruluğu hakkında beslenen inançla orantılıdır[1].

Toplumsal ilişkiler ortak yaşama ilişkin bir ilkeye ve bu ilkenin uygulanması gerekliliğine bağlıdır. Toplumsal kuralların belirlenmemesi, düzene aykırılıklara ve keyfi davranışlara sebep olur. Toplumun yönetilmesine ilişkin olan ilke, yöneticinin yetkilerini belirleyerek, yöneticiyi keyfi yönetim pratiğinden uzak tutmaktadır. Yöneticinin yetkisiz olduğu konuları ve alanları açığa çıkararak daha belirgin kılmaktadır. Bu sebeple yöneticinin toplum üzerindeki yetkilerinin belirli araçlar ile sınırlanması gerekmektedir. Keyfi davranamayan yönetici, bir ilke ya da bir yasa ekseninde hareket edebilecektir. Mevcut düzenin en sağlıklı ve uzun şekilde sürdürülebilmesi için toplumsal düzenin uygulanmasını sağlayan yöneticilerin faaliyet alanının bu kurallar veya yasalara düzenlemiş olması gerekmektedir. Söz konusu kural veya yasalar teamül, gelenek, görenek olabileceği gibi günümüzdeki anayasal hükümler olarak da vücut bulabilmektedir[2].

İlk çağda Çin, Hindistan, Mezopotamya, Anadolu uygarlıkları ile Antik Yunan ve Roma devletleri bizlere ilk devlet yapıları hakkında bilgi sağlamıştır. Bu dönemlerdeki düşünürler toplum yapısı, kültür, vatandaşların hakları ve egemen kavramları ile devletin işleyişi ve sınırları hakkında bir çerçeve çizmiştir. Bu dönemde toplumsal kurallar daha çok ilkel toplumlarda yer alan gelenekler, inançlar ve doğa ile bağlantılı olarak oluşturulsa da adalet kavramı da göze çarpmaktadır. Çin uygarlığında hayır, adalet ve toplumsal yarar; Hindistan’da ise menfaat ve fayda iktidarın sınırlanmasının başlıca unsurları olarak kabul edilmiştir. Yazılı kurallara geçilen ilk toplum olan ve seküler yapıya sahip olduğu söylenebilen Sümerlerde hem kral hem de dini yöneticilerin bulunduğu gözlemlenmiştir. Günümüze aktarılan eserler sayesinde genellikle emek işçiliği üzerine kurulu bir kölelik anlayışı olduğu gözlemlenmiştir. Krallığın kent devletlerine dönüşmesiyle ortaya çıkan ekonomik gelişmelerle sınıflı toplum yapısına dönüşüm gerçekleşmiştir. Ekonomik etmenler yönetimde de etkisini göstererek her kentte temsili meclislerin oluşturulmasını sağlamıştır. Antik Yunan’da çağın gereklerine uygun bir demokrasi vardır. Toplum belirli dönemlerdeki yasa koyucular tarafından sınıflara ayrılarak değerlendirilmiştir. Kadınlar, köleler ve yabancılar vatandaş olarak nitelendirilmemiştir. Eski Roma şehri önce krallık, sonra cumhuriyet ve son olarak da imparatorluk olarak örgütlenmiştir. Yine sınıflı toplum yapısının görüldüğü Roma’da cumhuriyet döneminde toplumun iki ana unsurunu aristokratlar ve halk oluşturmuştur[3].

Sümerlerde gerek toplum yapısında gerek yönetimde belirli sınırlamaların ekonomik gelişmeler ile doğru orantılı olarak ilerlediği Sümer Krallığında, iktidarın sınırı da günümüze en yakın olan şekliyle temsili meclisler ve yasalarla ortaya çıkmıştır. Erkek ve yurttaş olanların her türlü mülkiyet hakkı ve siyasal hakka sahip olduğu bu toplumda Sokrates, iktidarın hak ve adalet ölçülerine göre sınırlandırılması savunmuştur. Platon ise toplumsal değerlerin, ahlakın ve erdemin yanında iktidarın sınırlandırılmasında kanunların gerekliliğini savunmuştur. Aristoteles ise iktidarın, kanunlarla sınırlandırılması gerektiğini ve aynı zamanda ve bu konuda kanunların üstünlüğü vurgusu yapmıştır. Toplumda yalnızca erkek mülk sahiplerinin vatandaş sayılarak siyasi iktidarda bir söz hakkı bulunduğu düşünüldüğünde ise günümüz eşitlik kavramından uzak bir şekilde şekillenen toplumda siyasal iktidarın sınırlandırılmasının da yine belirli bir kesim menfaatine olduğu gözlemlenebilmektedir. Çiçero, iktidar için, tabii hukuk ve tabii kanun gibi sınırların varlığını savunmuştur. Roma’da da iktidar, krallık ve cumhuriyet yönetimlerinde halk kesitlerinin farklı ağırlıklarla temsil edildiği bir meclis ile sınırlandırılmış, bu mecliste ağırlıklı olarak zengin toprak sahipleri ve orta halli çiftçiler temsil imkanına sahip olmuştur[4].

Orta çağ siyasal ve toplumsal anlamda özellikle Avrupa’da farklı uygulamaları barındırmıştır. Temel olarak Avrupa ülkelerinde feodal sistemin yaygınlaştığı bir dönem yaşanmıştır. Bunların yanında belki de en önemli hususlardan biri kilisenin; siyasal, toplumsal, ekonomik yapı veya iktidarlar üzerindeki etki, yönlendirme, manevi otorite gücü olmuştur. Krallıkların Kiliselerden yetki almadığı dönemde mevcut olan Laik iktidar, zaman içerisinde Kralların yetkilerini Tanrı’dan aldığını, Kilise’nin de bu yetkilerin aracısı olduğu düşüncesini yayması ile dönüşüme uğramıştır. Bu dönemde kilise-iktidar ve otorite ilişkisi nedeniyle iktidarın gücü sorgulanmaya başlanmıştır. Skolastik düşünceyle zaman içerisinde siyasal iktidarın sınırlandırılması konusunda öne sürülen sistemli düşüncelerin daha yoğun şekilde tartışılmasını sağlamıştır. Feodal toplum düzeniyle birlikte mülkiyet kavramı belirginleşmiş, serfler emekleri ile toprak sahiplerine hizmet eden kesim olarak ilk çağdaki kölelik anlayışı ile benzerlik göstermiştir. Çoğunlukla Aristokratların toprak sahibi olduğu feodalitede serflerin, özellikle kendilerine uygulanan ağır vergilerle toprak sahibi olabilmeleri çok düşük bir ihtimal olmuştur.

Orta Çağ dönemi düşünürlerinden Augustinus, iktidarın ancak toplumun çoğunluğunun yararına yönelik kullanılabileceğini gerektiğini ifade etmiş ve yöneticilerin, güçlerini kullanırken bir görevi yerine getirdikleri anlayışıyla hareket etmesi gerektiğini savunmuştur. Aquinolu Thomas ise iktidarın, insanların ihtiyaçlarını tatmin edeceği düzeyde meşru olduğunu ve gücünü kullanırken ilahi kaynağa ve ilahi düzenin kurallarına göre bunu uygulaması gerektiğini savunmuştur. Bu esnada farklı bir dine ve topluma mensup olan İbni Haldun, siyasal iktidarın kaynağı olarak gördüğü asabiyyet kavramını akrabalık ve nesep olarak belirterek “her asabiyyet sahibi devlet kurarak hükümdar olamaz, ancak tebaayı kendine boyun eğdiren, vergiler toplayan, delegeler gönderen ve sınırları koruyan hükümdar olabilir” ifadesiyle iktidarın adalet ve toplumun ortak çıkarları ile sınırlanabileceğini belirtmiştir. 16. ve 17. YY’lara gelindiğinde artık krallar hem kiliseye hem de feodal beylere kendi iktidarlarını kabul ettirmişlerdir. Kilise’nin otoritesinin yıkıldığı olaylara Rönesans ve Reform örnek verilebilir. Siyasal iktidarı tek haline getiren ve kaynağını da değiştiren bu köklü değişime Modern devlet adı verilir. Modern devlet, Ulus olarak adlandırılan global bir toplumsal bütüne hükmeder. Modern devletin (Ulus devlet) tüm yetkileri elinde toplaması iktidarlarının yeni bir kavramla nitelendirilmesini gerekli kılar. O çağın düşünürleri, dini otorite dahil her türlü otoriteye boyun eğdiren krallarla özdeşleşen ulus devletin iktidarını egemenlik kavramı ile açıklamışlardır. Egemen iktidar rakipsiz iktidardır, tektir ve mutlak yetkilidir. Siyasal iktidarın bu köklü değişiminin teorik açıklaması, en iyi, o çağa tanıklık etmiş olan düşünülerden Machiavelli, Bodin ve Hobbes’un görüşleri çerçevesinde incelenebilir. Bununla birlikte, egemenlik teorisini kendi iç çelişkilerinden kurtaran ve adeta geometrik bir kesinlik biçiminde mükemmelleştiren J.J. Rousseau’dur. Machiavelli, İtalya’nın siyasi birliğine kavuşmasını ve bu siyasi birliği yönetecek hükümdardaki özellikleri belirtmiştir[5]. Ayrıca bu kitapta Machiavelli, iktidarın kaynağına ve niteliğine ilişkin bütün metafizik betimlemelerin, aslında iktidar ilişkisinin zorunlu unsuru olmadığını ve yalnızca onu meşrulaştırmak için kullanıldığını söylemektedir. Bu eserde, hükümdarın iktidarını soylulara değil de halka dayandırması gerektiğini öğütlemesi de Machiavelli’nin iktidara halkı da pasif de olsa ortak etmesi bakımından önemlidir[6].

Bu dönemin önemli düşünürlerinden bir diğeri olan Bodin ulus devletin iktidarını egemenlik kavramına dayandıran ilk kişidir. Bodin fiilen var olan egemen iktidarı niteleyecek uygun kavramları bularak teorik çerçeveyi çizmiştir. Özellikle Fransız kralları, feodal beylik, papalık ve Roma-Cermen İmparatorluğu’na karşı verdikleri savaştan galip çıkarak içte ve dışta kesin üstünlüklerini sağlamışlardı. Bodin, Fransız monarşisinin bu üstünlüğünü nitelemek için Latince “en üstün iktidar” anlamına egemeni kullanmıştır. Bodin egemenlik teorisine devletin tanımını vererek başlar: Devlet, ailelerin ve onların ortak varlıklarının egemen güç tarafından adaletle yönetimidir, demektedir. Bodin, egemenliğin sürekli bir güç olduğu görüşünü devlet teorisine kazandırmıştır ve hala günümüzde de kullanılmaktadır ki, egemen olan devlettir; kral veya meclis yalnızca egemenliğin somutlaştığı devlet organıdır. Egemenliği hangi organın kullandığı, yasama yetkisini kimin kullandığına göre belirlenir. Krallar ölse veya değişse de egemenlik hep aynı kalır. Hükümdar egemendir ancak egemenlik değildir. Hükümdar, devlet adına yöneten, egemenliği kullanan bir görevli veya temsilcidir.

Bu düşünceler belirsizliklere neden olmuştur. Bu belirsizlikleri 17. YY’da Hobbes giderecek ve yeni bir meşruiyet anlayışıyla egemen devlet teorisini güçlendirecektir. Hobbes, Bodin’in savunduğu biçimiyle egemen bir iktidarın hem zorunlu hem de meşru olduğunu göstermek için devlet öncesi döneme uzanır. Tabiat hali veya doğa durumu olarak adlandırılan bu dönem Hobbes’a göre, insanların toplu halde yaşadıkları ama henüz toplumu kurmadıkları bir aşamadır. İnsanlar herkesin herkesle savaştığı bu kaos döneminden çıkmak için bir toplum sözleşmesi yaparak bu halden çıkmak zorunda kalmışlardır. Kısacası Hobbes’a göre iktidarın kaynağı olarak toplum sözleşmesi esas alınmıştır . Siyasi iktidarın kaynağı ve niteliği ilkel toplumlardan 16. YY’a kadar her zaman teolojik kaynaklı olmuştur. Bunun örnekleri olarak orta çağ toplumlarında siyasi iktidar sahipleri bazı kimselerin Tanrı-Kral olma vasfı taşıdığını ileri sürmesi örnek verilebilir. Asıl gelişmiş ve sistemleştirilmiş teokratik teorileri orta çağın sonlarında yeni çağın başlarında ortaya çıkmıştır. Bunda Katolik kilisesinin payı büyüktür. Orta çağda hüküm süren, bütün iktidarın kaynağı Tanrı’dır görüşünün nedeni budur. Modern Devletin ortaya çıkmasında ise laikleşme süreci önemli rol oynamaktadır. 16. ve 17. YY’da yaşanan din savaşları sonrasında Kilise siyasi iktidarı kaybetmiştir. Kilisenin yerine o zamanki siyasi birliğini sağlamış mutlak monarşiler geçmiştir. Dogmanın terk edilmesiyle beraber çağın düşünürleri iktidarın kaynağı ve niteliği hakkında laik görüşler benimsemişlerdir. Ancak modern devletin oluştuğu yıllardan bu yana hiç değişmeden geldiğini söylemek doğru değildir. Bu konuda iki ayrı dönem vardır. İlki Fransız devrimine kadar olan ve iktidarın tek bir kişide toplandığı ve bu şekilde açıklanmaya çalışıldığı bir dönemdir. Bu döneme Klasik egemenlik kuramı dönemi de denilir. İkinci dönemde ise güç tek bir kişiden alınıp bütün topluma mal edilmiştir. Fransız devriminde rol alan soylular ve burjuvaların güç savaşı sonunda burjuvazi isteklerini dayatmışlardır ve egemenlik anayasal bir hal almıştır.

Yeni Çağ’ın başında yaşanan salgın hastalıklar ve iklimsel olumsuzlukların tetiklemesiyle Reform hareketleri gündeme gelmiş, hem kültürel hem de iktisadi açılardan Kilise’nin siyasal iktidar üzerindeki hakimiyeti sona ermiştir. Bu doğrultuda yeni üretim ilişkilerine uygun Protestanlık mezhebinin kurulması, kapitalist sisteme uygun yeni tür girişimci insanın gelişmesini sağlamıştır. Bu gelişmeler yeni düşüncelerin, sanatın ve toplumun gelişimini hızlandıran Rönesans döneminin açılmasını tetiklemiştir. Kültürel dönüşümle birlikte eleştirilmeye başlanan Skolastik düşünce, Aydınlanma Çağı’nın temellerini hazırlamıştır. Kralların Tanrı tarafından yetkilendirilmemesi ile ağır ekonomik politikalar ve çalışma koşulları eleştirilebilir hale gelmiş, insan merkezli bir yönetimin esas alınabileceği düşüncesi ortaya çıkmıştır. Her insanın belirli hak ve özgürlüklere sahip olabilmesi akıl, bilgi ve bireye önem veren düşüncelerle birleşerek doğal haklar ve doğal hukuk kuramları ortaya çıkmıştır. Tüm bu gelişmeler Modern Devlet’in ortaya çıkışını sağlayarak mutlak krallıklara geçiş sürecini başlatmıştır. Yeni üretim ilişkileri ve üretim güçlerinin gelişimi, coğrafi keşifler, sömürgecilik ve ticaretin gelişmesi yoluyla altın ve gümüş miktarının artmış, ekonomik üstünlük dengesi değişmiştir. Değişen toplum yapısı ve hak anlayışıyla Krallıklarda emek sarf eden herkes temel haklara ve özellikle mülkiyet hakkına sahip olabilmiş, böylece gerek aristokrasiyi gerek kralları sınırlayacak şekilde yasalar ve yönetimler tartışılmıştır. Kuvvetler ayrılığı düşüncesi ve Burjuva sınıfı bu süreçte ortaya çıkmıştır[7].

Yakın Çağ, sınıf çatışmalarının şiddetli bir şekilde ekonomik eşitsizliklere yol açması ve bu sebeple insanların hak mücadeleleri ile geçen bir çağ olmuştur. Fransa’nın Amerikan bağımsızlık mücadelesine desteği esnasında girdiği büyük ekonomik yük, 1789 Fransız Devrimi’nin en önemli nedeni olmuştur. Sömürgeleştirme ve ticari faaliyetlerin de yön verdiği liberalizm, Fransız Devrimi sonrasında milliyetçilik akımı ile ulus devlet anlayışına yön vermiştir. Gelişen teknoloji ile Sanayi Devrimi de yarattığı işçi ve işveren sınıfları arasında çatışmalara sebep olmuş ve eşitlik savunuları başlamıştır. İktisadi çatışmalar, hukukun toplumun tamamına aynı etkiyi sağlamadığının fark edilmesini sağlamıştır. Halk egemenliği kavramı savunularak Antik Çağlardaki demokrasinin, artan nüfus ile doğru orantılı olarak uygulanabileceği temsili demokrasiye geçişi gündeme gelmiştir. Cumhuriyet ve Demokrasi kavramları, Anayasaların oluşturulmasıyla birlikte günümüzdeki halini almaya başlamıştır.

Modern Devlette iktidarın sınırlandırılması konusundaki fikirler çeşitlenerek devam etmiştir. Halk egemenliğinin, toplumsal sözleşme kuramlarının ve mutlak egemenliğin tartışıldığı bir döneme girilmiştir. Kişisel iktidarların giderek zayıfladığı bu dönemde iktidarın sınırsız bir kuvvete sahip olmadığı konusunda hukuki ve siyasi fikirler öne sürülmüştür. 18. yüzyıl öncesi Avrupa siyasetinde hakim olan rejimlerin temel niteliği iktidarın sınırsız olmasıdır. Bu sebeple Machiavelli, Bodin ve Hobbes, toplumsal çatışmaların önüne geçem amacıyla mutlak iktidarı meşru kılma çabasına girmişler ve siyasal iktidarı yasalar ve doğal yasalarla sınırlandırmışlardır. Rousseau, toplum sözleşmesi adlı eserinde egemenliğin genel iradeye bağlı olduğunu, yönetenlerin siyasal iktidarının da bu doğrultuda ancak toplum yararı ve yasalar ile yapılabileceğini savunmuştur. Egemenlik anlayışının kişilerden, toplumun tamamına geçmesi fikrinin ortaya çıktığı bu dönemde, iktidarın sınırları ve sınırlandırma araçları tamamen hukuki bir temel kazanmıştır[8].

Kaynakça

[0] Bardakçı, B.Rahmi (2020) “Antik Yunan’da Yurttaş ile Polis Arasında Bağ ve Günümüzdeki Vatandaşlıktan Farkı”.

[1]Köktürk, Abdullah (2011) “Modern öncesi devletin yönetim anlayışı” Güvenlik Stratejileri Dergisi, 7(13), s.74.

[2]Kapani, Münci (2004) “Politika bilimine giriş” 16. Baskı, Ankara: Bilgi, s.64 vd.

[3]Uygun, Oktay (2015) “Devlet Teorisi”, 2. Baskı, İstanbul: Levha Yayıncılık, s.151

[4]Korkmaz, Meryem (2018) “Antik Yunan’dan günümüze devlet” (Doktora Tezi), Maltepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 39vd

[5]Uygun, s.195vd.

[6]Işık, Salim (2017) “JJ Rousseau ve Egemenlik Anlayışı Üzerine” İnönü Ü. Hukuk Yayınları. 8(79) s.92vd

[7]Uysal, Tamer (2020) “Politik Sistem ve Seçim / Bölüm 2” https://www.ucnoktacom.com/haber/yazdir/6652 E:07.05.2020

[8]Akmaner, Hayriye (2007) “Batıda medeniyet-içi hakimiyet mücadelesi ve medeniyet-dışı düşman tasavvuru” (Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, s.29

[zombify_post]


Beğendiniz mi? Arkadaşlarınızla Paylaşın!

111

0 Yorum

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.