Hangi Adalet?

İnsan, hep aynı hataya düştü. Çağıyla büyülenmiş her yargıcın vicdanı her zaman rahattı. Ve adaleti anladım zannetmek yanılgıların büyüğüydü.9 min


23
28 Paylaşım, 23 Beğeni

Adalet; ahlak değerleri içinde en kutsalı, hukukun gayesi ve toplumsal güvenliğin teminatıdır. Adalet; fizikötesi, tanımlanamaz, bilinemez nitelikte bir kavramdır ve yapılmaya çalışılan tanımlar nesnellikte hiçbir şey ifade etmez. Fiziksel dünyayla temel bir bağı olmayan adalet kavramı, bizim kollektif hayal gücümüzün bir ürünüdür. Adalet, yerel tanrı Marduk ve gök tanrı Şamaş’ın buyruklarını özümsemektir. Adalet, Allah’ın kullarına bahşettiği vicdanın bir hediyesi ve Adl isminin kulları üzerindeki tecellisidir. Bu tanımlar, Adalet kavramının farklı zaman ve zihinlerdeki yansımalarından sadece birkaçı. Peki ya Adalet nedir ?

Adaletin ne olduğu sorusu; Antik Çağ Yunan Felsefesi filozoflarından Orta Çağ İslam bilginlerine, birbirine muhalif iki büyük teori olan tabii hukuk ve hukuki pozitivizm düşünürlerinden marksist hukuk görüşü ve daha yeni bir akım sayılan varoluşçu hukuk taraftarlarına kadar birçok ayrı kesimin ilgisini çekmiş, bu soru üzerinde düşünmelerine sebep olmuştur. Bu soruya verilen farklı yanıtlar da tarih boyunca toplumların kaderini değiştirmiştir. Bu yazıda ayrı hukuk okullarının ve düşünce akımlarının hukuk felsefelerinin ayrıntılarına girmek değil, yalnız adalet kavramının göreliliğini hukuki pozitivizm bağlamında kabaca ele almak istedim.

Rembrandt – Hz. Musa Yasa Tabletlerini Kırıyor

Adaletin toplumsal yaşama geçişle birlikte üzerine daha çok düşünülen, ilgi çekici bir konu olmaya başladığı kesindir. Okyanusun ortasındaki bir adada tek başına yaşayan kimse için adalet ve hak gibi kavramlar pek önem arz etmezken küçük avcı-toplayıcı topluluklar içindeki bir insanın da adalet ve hak gibi kavramlara yüklediği anlamların çok çeşitli ve görece karmaşık olmayacağı şüphe götürmez bir gerçektir

İnsanlar, toplum düzeni içinde yaşamaya başladıklarında iyi ile kötüyü, haklı ile haksızı daha belirgin bir biçimde ayırmaya başladılar. Topluma faydalı davranışlarda bulunanlar saygı ve sevgiyle ödüllendirilirken zarar verenler öfke ve kınama duygularıyla cezalandırıldı. Haklara saygı gösterenlerle hakları çiğneyenler, iyilik yapanlarla kötülük yapanlar birbirinden ayrıldı. Ortak bir yaşam düzeninin kurulabilmesi için haksızlıklara karşı üstün bir gücün yaptırımı gerekliydi. Böylece cezalar geliştirilmeye ilkel hukuk düzenleri oluşmaya, adalet anlayışları vücut bulmaya başladı.

Eski Yunan Filozoflarından önce insanlarda ilkel adalet anlayışının hakim olduğu söylenir. Kişisel öç bunun ilk adımı olarak görülür. İlkel çağda olaylara el koyabilecek üstün bir gücün olmaması öç alma olaylarını artırıyordu. Kişisel öç daha sonraları toplumsal öç alma aşamasına ulaştı. Süregelen kan davalarıyla giderek parçalanan kabileler, merkezi gücün gelişmesine zemin hazırladı. Suçluların yargılanabilmesi, yargıçların ortak hareket edebilmesi, insanların huzur, güven ve işbirliği içinde yaşayabilmesi için bir düzen gerekliydi.

Devlet sonu gelmeyen ve toplumu zayıf düşüren çatışmalara son verebilmek için çok çeşitli yollara başvurdu. Kısası kanun yaptı, suçluların zarara uğrayanlara ödemede bulunmasını kurallaştırdı. Devletlerin özel savaşları ve öç almaları ortadan kaldırma çabaları kamu adaletinin başlangıcını oluşturdu. Kamusal suçlara karşı devlet kamu adına cezalandırmaya yöneldi. Her devlet kendi adalet anlayışı ve kendi ahlak bilinci ışığında kendi hukuk düzenini oluşturdu. Her uygarlıktaki kendine has bu düzenin, hukuk ve hukukun uygulanmasının, yazılı kanunların örf adet ve yapılışlarından doğan daha sonra genel bir uygulama alanı bulan kurallardan oluştuğu iddia ve kabul edilir. Tarihte her toplumun yazılı hukuka geçmeden önce örf adet hukukunu uygulamış olması durumu bize her toplumun kendine mahsus bir hukuk anlayışının olduğunu göstermektedir. Eş söyleyişle toplumdaki hukuk ve adalet anlayışının gelişiminde insan doğasının ve içgüdülerinin yanında o toplumun din, gelenek ve ahlak bilincinin de etkisi büyüktür. Adaletin göreliliğinin başlıca nedenlerinden biri de budur.

Edwin Long – Babil Evlilik Pazarı

Adaletin gereklerine yönelik görüşler; bireyden bireye, toplumdan topluma ve zamandan zamana değişmektedir. Örneğin; milattan önce 2100-2050 yıllarına ait olan Ur-nammu Kanunları’nı uygulamayı amaç edinen ve bu kanunların tanrıların buyruğu olduğuna inanan Sümerli yargıçlar, eşini aldatan bir kadının nehre atılması yönünde karar verirken adil olduklarını düşünmüşlerdi. Babil Kralı Hammurabi de kölelik kurumunun insan icadı olmadığını bunun yerel tanrı Marduk ve gök tanrı Şamaş’ın buyurduğu bir düzen olduğunu söyleyerek toplumdaki hiyerarşik yapıyı adil bulmuştu. Özgün felsefi düşüncelere ve tartışmalara kaynaklık eden Aristo dahi kölelerin kölece bir doğadan geldiklerini, hür insanların ise hür bir doğası olduğunu, bu durumun tabiatın bir gereği olarak düşünülmesi gerektiğini ileri sürerek bunu insanların içsel özelliklerinin bir yansıması olarak gördü.

Günümüzden yaklaşık 250 yıl kadar önce ise insanların eşit olduğunu iddia eden 1776 yılında ilan edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni imzalayanların çoğu köle sahipleriydi. Bildirgeye göre düzenden faydalanan erkeklerle güçsüz bırakılan kadınlar arasında ve özgürlükten faydalanan beyazlarla daha aşağı sınıf insanlar olarak görülen, insan haklarından eşit olarak yararlanamayan siyahiler ve Kızılderililer arasında bir hiyerarşi oluşturulmuştu. Bu düzende insan haklarının siyahilerle veya Kızılderililerle bir alakası yoktu. Günümüzde de zengin-fakir ayrımı üzerine kurulu benzer bir hiyerarşinin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Irk hiyerarşisi fikriyle dalga geçmek üzere eğitilen toplumlara siyahilerin, beyazların mahallesinde yaşamasını, beyazların okullarında okumasını veya beyazların hastanelerinde tedavi görmesini engelleyen yasalar çok tuhaf gelir. Ancak zenginlerin diğerlerinden ayrı ve daha lüks mahallelerde yaşamalarını, yine ayrı ve daha prestijli okullarda okumalarını ve diğerlerinden farklı olarak daha iyi donatılmış hastanelerde tedavi görmelerini öngören zengin ve fakir arasındaki hiyerarşiyse pek çok günümüz insanına gayet normal gelmektedir. Oysa pek çok zengin insanın zengin bir ailede doğduğu için zengin olduğu ve pek çok fakirin de fakir bir ailede doğduğu için hayatları boyunca fakir kalacağı kanıtlanmış bir olgudur.

Yüzyıllarca adaletin ne olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürüldü. Pek çok farklı hukuk okulu bu konuya birbirinden çok farklı ve çelişik yorumlar getirdi. Farklı hukuk okullarının bu çeşitli yorumlarının sebebi yalnızca insanların doğalarının ve eğilimlerinin bireye özgünlüğü, toplumsal gruplar arasındaki inanç, değer farklılıkları değildi. Bir başka neden de hukukun yöneldiği, kapsadığı amaçların ölçülemeyecek derecede değişik ve çok olmasıdır. Hukukun gerçekleştirmeye çalıştığı amaçlar, aynı zamanda adalet kavramının kapsamını belirlediğinden bu amaçların çokluğu, teorik ve uygulamadaki farklılığı adalet konusundaki düşüncelerde de etkili olmaktadır. Bu gibi sebeplerle hukuki pozitivizm teorisi; adaletin kaynağını İlk Çağ’da doğa, Orta Çağ’da tanrı kabul eden tabii hukukun adalet anlayışına karşın getirdiği eleştirilerle bu kavramı iki tez üzere değerlendirdi: Yokluk ve görecelik tezi. Bu iki teze göre adalet kavramı ya reel alemde mevcut değildi ya da objektif olarak bilinemezdi. Her iki durumda da hangi tür hukuk uygulamasının adalete daha uygun olduğu sorunu hiçbir şey ifade etmiyordu ve tümüyle fızikötesi bir nitelik taşımaktaydı. Bu soruna getirilen çözümler, verilen yanıtlar öznel değerlendirmelerden öteye gidemezdi ve nesnel gerçeklikten yoksun bulunmaktaydılar. Esas olan bir hukuk normunun usulüne uygun olarak ihdas edilip edilmemesiydi. Usulüne uygun olarak ihdas edilmişse geçerli değilse geçersizdi.

John Trumbull – Kongre Bağımsızlık Bildirgesi Üzerine Çalışırken

Süregelen asırlık çabalar, adalet ile ilgili değer yargılarının, etik alanda davranışların iyiliği ve kötülüğü konusundaki değer yargıları gibi evrensel hatta ulusal çapta geçerli ölçütlerinin bulunamadığını ortaya koymuştur. Belirli bir dönemde, belirli toplumda toplum üyelerinin çoğunluğunun nelerin adalet gereği olduğu, nelerin adalete aykırı bulunduğu konusunda bir düşünceye sahip oldukları ileri sürülebilir. Ancak bu yoldan ortaya çıkan adalet anlayışı çoğunluğun adalet görüşü olmaktan ileri gidemez, bu tür adalet tasvirinin de nesnel geçerliği bulunduğu savunulamaz. Adalet konusunda kişisel düşünceler ve öncelikler son derece değişik olabilmektedir. Kişilerin yapıları, dünya görüşleri, çıkarları, toplum içindeki konumları, belirli hukuk kurallarını haklı, bazılarının ise haksız olarak değerlendirilmelerine neden olabilmektedir. İyi ve kötü arasındaki ayrımı sağlayan değer yargıları çeşitli duygusal bilinç aşamalarının birer ürünüdür.

İnsanlar kendileri için geçerli bazı ilkeler benimseyip değerlendirmelerini onlara göre yapabilirler, davranışlarını da onlara göre ayarlayabilirler. İnsanların olması gereken ile ilgili istekler belirtmesi, olan ile ilgili eleştiriler yapmaları sırasında kendi düşüncelerinin genel doğruluğuna inanmaları objektif geçerlik ve mutlak değer açısından hiçbir zaman yeterli değildir. Bir değer yargısının mutlak doğru veya mutlak yanlış olduğu düşüncesi ancak bir din anlayışı ve bir tanrı inancı altında ileri sürülebilir. Pek çok farklı Tanrı inancı ve dini sistemin varlığının getirdiği çeşitli doğru ve yanlış değer kriteri, hukuki pozitivizmin tanrı ve doğa düşüncesinden bağımsız düşünülmesi zorunluluğunu savunmasının bir başka nedeniydi. Bu durum da değerler dünyasında mutlak doğru ve yanlışın anlamsızlaşmasına, adalet kavramının görecelileşmesine sebep olmaktaydı. Değer yargılarının gerek etik alanda, gerekse hukuk alanında objektif geçerlik kazanması pek olası görünmüyor. Dolayısıyla Adalet de bir değer yargısı olarak bu yazgıdan kurtulamayacak gibi duruyor.

Çağdaş hukuk anlayışı belirli bir zamanda, belirli bir toplumda ve belirli bir durumda hukuk sorunu ile ilgili bir çözümün yasalara uygun olması koşuluyla adalete uygun ve haklı, diğer tüm çözümlerin ise adalete aykırı ve haksız olduğunu benimsemektedir. Tabii hukukun benimsenmiş bu olguya eleştirisini ise Cicero’nun şu sözüyle özetlemek mümkün: “Milletlerin geleneklerinde veya yasalarında olan her şeyin adil olduğuna inanmak aptallıktır. Bu yasalar müstebit hükümdarlar tarafından yürürlüğe konmuş olsa adil olurlar mıydı? Adalet tektir, tüm insanlığı bağlar ve tek bir hukuka temellenir, yani hükmetme ve yasak koyma sürecinde doğru aklın/mantığın uygulanmasına. Bu yasayı bilmeyenler, bir yerlerde yazılı olsa da olmasa da adaletten yoksundur. Adalet, herkese kendisine ait olanı vermektir. O halde adalet ne ödül ne de yükümlülük vaad eder. O sadece kendisi için arzulanır. Zira o bütün erdemlerin nedeni ve anlamıdır”.

Sonuç olarak adalet, hukuk kavramları içerisinde en geniş ve soyut kavramlardan birisi olmaya devam ediyor. Kelsen’in de belirttiği gibi “Öyle görünüyor ki adaletin ne olduğu sorusu, kaderine boyun eğmiş bilgeliğin uygulandığı ve insanın kesin bir yanıt bulamayacağı, fakat ancak onu geliştirebileceği sorulardan biridir”. Yüzyıllardır bu soyut kavram değişik görüşlerle değerlendirilmiş, adalet kavramının içeriği, her dönemde birbirinden çok farklı biçimlerde doldurulmuş ve değişik açılardan anlamlandırılmıştır. Önüne gelen bu kavramı ele almış ya kendi gerçeklikleri içinde değerlendirmiş ya da kendi görüşleri açısından içerik ve anlam vermiş, değişik yorumlar ve açıklamalar getirmiş, her dönemin koşulları ve özellikleri kendi adalet anlayışını yaratmıştır. Belirli dönemlerde adaletin ne olduğunu açıklayanlar, içinde bulundukları somut koşulların ve olayların etkilerinden kopamamışlar, adaleti onların baskısı altında aramışlar, onların etkileri ile adaleti değerlendirmişlerdir. Bu nedenle adalet zamanımıza kadar kesin bir mana ve içeriğe sahip olamamıştır.

Değişen koşullarda ortaya çıkan yeni ilişki ve etkileşim düzenlerine göre yön kazanan adalet kavramı hak ve haklılık ile ilgili geniş bir düşünce kalıbı olmanın ötesine gidememiş ve kesinlik kazanamamıştır. Kaynakça kısmındaki bazı kitap ve makalelerin belirli kısımlarının özeti mahiyetindeki bu yazıma rağmen tüm somut koşulların ve olayların etkilerinden bağımsız, 21.yüzyılın büyüsüne kapılmadan düşünülerek yasaların ve adalet anlayışımızın geniş bir kabulle akılcı olduğu kadar ahlaki bir temel üzerine de oturtulabileceğine inanıyorum. Daha doğrusu hayalini kuruyorum. Ülkelerin hukuk sistemlerinden bu kadar çok şikayet edilen ve hukuk düzenlerinin tanıdığı hakların birçok insan için yalnız kağıt üzerinde kaldığı günümüz dünyasında aklın gerekli ama yeterli olmadığını düşünenlerdenim.

Kaynakça

  • Çeçen, Anıl. Adalet Kavramı. İstanbul: Gündoğan Yayınları, 1993.
  • Harari, Yuval Noah. Sapiens: Hayvanlardan Tanrılara İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi. İstanbul: Kolektif Kitap, 2015.
  • Gözler, Kemal. “Tabii Hukuk ve Hukuki Pozitivizme Göre Adalet Kavramı”. Muhafazakar Düşünce 4/15 (Kış 2008): 77-90.
  • Tuncay, Aziz Can. “Adalet Nedir?”. Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 13/171 (Kasım 2018): 199-238.

Beğendiniz mi? Arkadaşlarınızla Paylaşın!

23
28 Paylaşım, 23 Beğeni

Sizin Tepkiniz Nedir?

lol lol
1
lol
omg omg
2
omg
fail fail
0
fail
love love
17
love

0 Yorum

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Bir format seç
Kişisel Test
Kişisel bir şey ortaya koymayı amaçlayan sorular dizisi
Basit Test
Bilgiyi kontrol etmek isteyen doğru ve yanlış cevaplı sorular dizisi
Anket
Karar verme ya da görüş belirleme/oy verme
Serbest Yazı
Yazılarınıza Görseller Bağlantılar Ekleyebilirsiniz
Liste
Klasik İnternet Listeleri
Geri Sayım Listesi
Klasik İnternet Geri Sayım Listeleri
Video
Youtube and Vimeo Embeds
Ses
Soundcloud veya Mixcloud İçerikleri