Genel Hatlarıyla Uluslararası Adalet Divanı’nda Uluslararası Teamül Hukuku

Bu yazımızda, "Genel Hatlarıyla Uluslararası Adalet Divanı'nda Uluslararası Teamül Hukuku" konusu ele alınmıştır.14 min


89
  1. Giriş

İnsan toplulukları içerisinde bireylerin yahut grupların birbirleriyle ilişkileri arasında genellikle kendiliğinden oluşmuş alışkanlık haline gelen fiiller vardır. Bu alışkanlıklara en hassas bir biçimde riayet edilir. Kuşkusuz öyle ya da böyle bu davranışlara aykırı bir harekette bulunulduğunda insanlar tarafından ayıplanarak karşılıklı ilişkiler bakımından birtakım uyuşmazlıklar doğabilir. Sözgelimi bir sokakta çöp atmak için ‘‘alışkanlık’’ kazanan bir bölgenin dışına çöp atıldığı zaman sokaktaki insanlar tarafından bazı tepkilerin gelmesi kaçınılmazdır. Bu tepkiler bir ikaz ya da müeyyide olabilir. Hatta bunun tam tersini düşünürsek insanlar artık farklı bir bölgeye atılan yere çöpünü atmaya başlayabilir.

Beşeriyet ilişkilerinde öteden beri süregelen davranışların durumu uluslararası ilişkiler bakımından da böyledir. Tıpkı insan topluluklarında görüldüğü gibi devletlerin bazı durumlarda sergilemiş olduğu fiiller diğer devletler nazarında da ‘’yapılageliş kuralları’’ halini alabilir. Kaldı ki merkezi bir otoritenin bulunmadığı bu ortamda yapılageliş kurallarının doğması oldukça müsaittir. İşte bu muamelelerin incelendiği hukuk dalına ‘‘Uluslararası Teamül Hukuku’’ denilmektedir.

Teamül sözcüğü ise ıstılahta ‘‘bir yerde öteden beri olagelen davranış, eski’’ anlamlarına gelmektedir. 

2.Uluslararası Sahada Teamül Hukukunun Meşruluğu 

Uluslararası Adalet Divanı’nın 38.maddesinde teamül hukukundan bahsedilmiştir. Söz konusu maddenin 1.fıkrasının ‘b’ bendinde ‘‘hukuk olarak kabul edilmiş genel bir uygulamanın kanıtı olarak uluslararası yapılagelmiş kuralları’’ olarak ifade edilmiştir. Bu maddeye göre UAD’de yargıçlar, mahkemeye sunulan uyuşmazlıkları çözerken devletler arasında uygulanan teamül hukukunu dikkate alacaktır.

Açıkça belirtmek gerekirse günümüzde teamül hukuku eskiye nazaran önemini yitirmekteyse de öteden beri uluslararası hukukun en önemli kaynağı olmuştur. Ancak dikkat etmek gerekir ki teamül hukukunun günümüzde pek rağbet gösterilmemesinin nedeni teamül kuralarının antlaşmalar ile birlikte kodifiye edilmiş olmasından gelmektedir. Bunun da nedeni küreselleşen ve gittikçe karmaşıklaşan hukuki, ekonomik, siyasal vb. ilişkilerde devletlerin ince eleyip sık dokumasıdır. Yani aslında teamül hukuku halen yaşamaktadır. Bununla birlikte herhangi bir davranış antlaşmalar ile belirlense de taraflar bu kurala aykırı davranırsa davranışa farklı bir yorum yüklenebilir. Bir başka deyişle başkalaşım geçirme hali hasıl olur.[1]

3. Uygulamada Teamül Hukuku 

Devletler, fiilleriyle bir teamülün ortaya çıkmasını arzu ederler, hatta kendi davranış tarzlarını üçüncü devletlere dayatmaya çalışırlar. Ancak devletler, bugün başkalarına dayattıkları kuralların ve kavramların bir gün kendilerine karşı yöneltildiğini görebilirler. Örneğin teamül kuralına dönüşen karasuları kavramı, bir avuç denizci gücün eskilere giden iddia ve uygulamalarıyla ortaya çıkmıştır. Aynı güçler, 20. Yüzyılın ikinci yarısında, parası az ama kıyısı ve balığı bol devletlerin ölçüsüz karasuları taleplerini savuşturmak için epeyce mücadele etmek zorunda kalacaklardır.[2]

Teamül hukukunun yazısız oluşu, hukuk güvenliği açısından çoğu zaman ürkütücü gözükebilir. Bu yüzdendir ki uluslararası antlaşmalar teamül hukukuna göre daha güvenli bir zemine ayak basar ve teamül hukukuna göre daha çok tercih edilir. Ancak çok önemli bir husus vardır ki hukukun -özellikle milletlerarası antlaşmaların- en temel ilkelerinden birisi teamül hukukuna dayanır: ‘‘Pacta sunt servanda’’.

Bazen bir antlaşmanın hükümleri, teamüle dönüşerek kendisine taraf olmayan devletleri de bağlar; ya da antlaşmanın kimi hükümlerinin kendisine uygulanmasını çekinceyle bertaraf eden devlet, kendisini aynı hükümlerle teamülen bağlı buluverir. Öktem’in deyimiyle ‘‘Kapıdan kovulan normativite, bacadan girer.’’ Buna bir örnek vermek gerekirse Türkiye, 1958 tarihli Cenevre Deniz Hukuku Sözleşmelerine ve 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Sözleşmelerine taraf değildir. Ancak bu sözleşmelerinin hükümlerinin taraf devletlerde olduğu gibi Türkiye’nin uluslararası arenada çıkarlarına uygun düşmüş olması ve Türkiye’nin bu hükümlere göre hukuki ilişkiler kurması hasebiyle sözleşmenin hükümleri teamül hukukuna dönüşerek Türkiye’yi de bağlar. Ancak dikkat edilmelidir ki 1982 tarihli Birleşmiş Millet Deniz Sözleşmelerinin ikinci bölümünde yer alan ‘‘karasularının genişliği’’ başlıklı 3.maddenin Türkiye için teamül hukuku olarak uygulanması oldukça tartışmalı bir husustur.[3] Türkiye, sözleşmeye bu maddenin etkilerinden kaçınmak için antlaşmaya taraf olmamıştır. Nitekim sözleşmenin 309. maddesi taraf devletlere ‘‘çekince hukukundan’’ yararlanmalarını engellemiştir.[4]

4. Uluslararası Teamül Hukukuna İlişkin Bazı Davalar 

a) Bozkurt-Lotus Davası

2 Ağustos 1926 tarihinde Bozkurt isimli Türk bandıralı gemi ile Lotus isimli Fransız Ticaret gemisinin Ege Denizi açıklarında çatması sonucu, Bozkurt gemisi batmış ve mürettebattan sekiz kişi boğulmuştur. Lotus gemisi, Bozkurt’un kurtarılan kaptanı ve birkaç mürettebatıyla birlikte İstanbul’a demirlemiştir. Mağdur aileleri tarafından İstanbul’da taksirle adam öldürme iddiasıyla Bozkurt’un kaptanı ve Lotus’un yardımcı kaptanı aleyhine açılan davada her iki kaptan da suçlu bulunmuş ve haklarında hapis ve para cezasına hükmedilmiştir. Türk Mahkemesi’nin kendisini açık denizde meydana gelen çatma hadisesinde yabancı bayraklı gemi kaptanını yargılamaya yetkili görmesine, Fransız devleti itiraz etmiştir. İtiraz üzerine Türkiye Cumhuriyeti konuyu USAD’a götürmeyi teklif etmiş ve bu teklif Fransa tarafından kabul görmüştür. [5]

USAD, önüne gelen bu davayı teamül hukukuna göre incelemiştir.[6] İncelemesini yaparken de Türkiye’nin bu olayda yargılama yapmasını engelleyen bir uluslararası teamül kuralının gelişip gelişmediğini araştırmıştır. İnceleme sonucu Türk tarafının yargı yetkisini kullanmasını engelleyecek bir teamül kuralının bulunmadığını ifade etmiştir.[7] Davada Türk tarafı, yargılama yetkisinin varlığını şahsilik prensibine dayandırmaktadır. Ayrıca bunun aksini gösteren bir kural söz konusu değildir.

USAD ise kararında, cezai konularda münhasır yargı yetkisinin bayrak devletine ait olduğunu gösteren bir kuralın varlığı iddiasını kabul etmemiş, dava konusu olayda her iki devletin de yargılama yetkisinin bulunduğu sonucuna varmıştır. Mahkeme bu kararıyla günümüzdeki devletlerin yargılama yetkileri hususunda önemli bir adımda bulunmuştur.

b) Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Kararı

1964 yılında Almanya ve Hollanda arasında, 1965 yılında ise Almanya ve Danimarka arasında yapılan antlaşmalar ile kıta sahanlığı, sadece kıyı çevresindeki alan için belirlenmişti. Ancak Kuzey Denizi’nde birbirlerine komşu olan Hollanda ve Danimarka; Almanya’nın menfaatlerine ters düşen ve bu yüzden taraf olmadığı 1958 tarihli Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmeleri’nin 6.maddesindeki[8] eşit uzaklık prensibin benimsemiş olmalarından ötürü Almanya, Uluslararası Adalet Divanı’na başvurmuştur. kıta sahanlığı sınırlandırmasında esas alınması gereken uluslararası hukuk kural ve prensiplerinin belirlenmesini istemiştir.[9] Kısacası bu hususta geçmişten beri var olan -nasıl bir kuralsa- uluslararası teamül kuralının varlığının tespitini istemiştir. Ayrıca Almanya, 1958 Kıta Sahanlığı Sözleşmesini onaylamadığını, Sözleşme’nin Almanya için bir teamül kuralı oluşturmadığını gerekçe göstererek Sözleşme hükmüyle bağlı olmadığını iddia etmiştir. Bu davranışıyla ısrarlı itiraz (persistent objector) durumundadır. Sonuç olarak Almanya yalnız bu olaya özgü olarak sınırların belirlenmesini değil bu konudaki geçerli kuralların belirlenmesini istemiştir.

UAD bu incelemesine herhangi bir uluslararası antlaşma hükmünün uluslararası teamül hukuku niteliği kazanabileceği kabulüyle başlamıştır. İnceleme sonucunda UAD, bu konuda ne Cenevre Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin kodifikasyonunda ne de daha sonraki devlet uygulamalarında teamül kuralı olacak bağlayıcı bir norm olduğuna hükmetmiştir. Bu çıkarımının sonucu olarak UAD, Hollanda ve Danimarka’nın ileri sürdüğü eşit uzaklık prensibinin; uluslararası teamül hukukundan bağımsız bir prensip olduğuna karar vermiştir.

Bu karardan anlaşıldığı üzere mahkeme opinio juris unsurundan ziyade devletler arasındaki genel uygulamayı dikkate almıştır. Nitekim Hollanda ve Danimarka’nın uygulamasının teamül kuralı oluşturabilmesi için, uygulamanın hukuki bir yükümlülük bilinciyle, menfaatleri özel olarak etkilenen devletler dahil bütün devletlerin temsil edici bir çoğunluğu tarafından paylaşılması ve tekdüze olması gerektiğini vurgulamıştır.[10]

c) Nükleer Silahlar Danışma Görüşü

Uluslararası Adalet Divanı bu kararında da iki unsurlu yaklaşımına devam etmiştir. (Opinio juris ve devlet uygulaması) 1996 yılında BM Genel Kurulu’nun almış olduğu bir karar ile UAD’ye devletlerin nükleer silah kullanımı ve tehdidini yasaklayan herhangi bir kuralın bulunup bulunmadığı sorulmuştur. UAD’nin yapmış incelemeler neticesinde herhangi bir opinio juris’in bulunmadığı kanaatine varmıştır. Çünkü BM Genel Kurulu içerisinde fikirler arasında çok büyük zıtlıklar vardır. Çünkü ilgili silahların doğrudan ve gerektiğinde tehdit aracı olarak kullanımını savunan tarafların bu davranışı, son derece tehlikelidir. İnsan hakları açısından sakıncalı nükleer silahların kullanımına herhangi bir şartta dahi izin verilmemesi gerektiği gerçeğiyle çelişmektedir.[11]

Bununla birlikte Meksika gibi devletler UAD kararlarının uluslararası teamül hukukunda opinio juris unsurunu oluşturacağını düşünmüştür. Bu devletlerin böyle düşünmelerinin sebeplerinden birisi de BM Genel Kurulu’nun 15 Aralık 1994 Nükleer Silahların Kullanımının veya Tehdidinin Hukukiliğine dair UAD’den danışma görüşü talebiyle ilgili kararından[12] gelmektedir. Nitekim bu karar ile devletler nükleer silah kullanımına karşı bir kural getirmeyi amaçlamaktadır. Ne var ki nükleer güçlere sahip Rusya, Amerika, Birleşik Krallık ve Fransa gibi devletler şiddetli bir biçimde BM organlarının kararlarının uluslararası teamül hukukunda opinio juris olamayacağını iddia etmişlerdir.

Ayrıca bu karardan anlaşılmıştır ki UAD’nin yalnız bir kararı opinio juris unsurunu oluşturmak için yeterli olmayıp ancak birçok kararına bakılıp bir kural olup olmadığı için dayanak olarak gösterilebilmektedir. Sonuç olarak UAD nükleer silah kullanımını yasaklayan hiçbir kural olmadığını ifade etmiştir. Bunun da yegane sebebi yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi devletlerin opinio juris unsuru bakımından oldukça zıt fikirli olmalarından kaynaklıdır.

d) Korfu Boğazı Kararı

Uluslararası Adalet Divanı’nın devletlerin uygulaması ve opinio juris unsuru dışında tümdengelim yöntemine başvurduğu oldukça tartışmalı ve -tümdengelim yöntemini içeren- en önemli davalardan birisidir. 22 Ekim 1946 tarihinde iki Birleşik Krallık gemisinin Korfu Boğazı’nda Arnavutluk’un döşediğini iddia ettiği mayınlara çarpması ile gemileri hasara uğramış ve mürettebattan ölenler ve yaralananlar olmuştur. BM önüne götürülen olay, Güvenlik Konseyi tarafından UAD’ye sevk edilmiştir.[13] Burada ilgili uyuşmazlık, uluslararası nitelikte bir boğaz olan Korfu Boğazı’ndan zararsız geçiş hakkı ile ilgili bir kuralın bulunup bulunmadığının öğrenilmesine yöneliktir. Birleşik Krallık hükümeti, boğazlar aracılığıyla zararsız geçisin uluslararası hukuk tarafından tanınan bir hak olduğunu; Arnavutluk hükümeti ise, yabancı ticaret ve savaş gemilerinin izinsiz bir şekilde Arnavut karasularından geçme haklarının olmadığını ileri sürmüştür.

UAD, bu davada şöyle bir karar vermiştir:

‘‘Genel olarak kabul edildiği üzere ve uluslararası teamüle uygun olarak, barış zamanında devletler, önceden kıyı devletinin iznini almaksızın, açık denizlerin iki kısmı arasındaki uluslararası seyrüsefer için kullanılan boğazlar yoluyla savaş gemilerini gönderme hakkına sahiptirler. Uluslararası bir sözleşmede aksi belirtilmediği sürece, bir kıyı devletinin barış zamanında boğazlardan bu geçişi yasaklama hakkı yoktur. Yeter ki bu geçiş zararsız olsun.’’[14]

Bununla birlikte UAD, Arnavutluk’un döşemiş olduğu mayınların varlığını gemilere bildirme yükümlülüğünün olduğunu ifade etmiştir. Üstelik bu yükümlülüğün gerekçesini Birleşik Krallık’ın aksine 1907 Lahey Sözleşmesi’e değil uluslararası hukukun ilkelerinden olan temel insani mülahazalara (elementary considerations of humanity) dayandırmıştır. Bu uyuşmazlıkla ilgili olarak da ilkenin ‘‘denizlerde haberleşme özgürlüğü, her devletin kendi topraklarını diğer devletlerin haklarına aykırı olarak kullanmama yükümlülüğü’’ gibi genel kabul görmüş kapsamı oldukça geniş unsurlardan söz etmiştir.

Belirtmek gerekir ki bazı çevreler tarafından UAD’nin opinio juris ve devletlerin uygulamasına ya da herhangi bir çekinceye bakmadan doğrudan genel bir biçimde ‘‘temel insani mülahazalar’’ kavramına gitmesi oldukça eleştirilmiştir. Nitekim böyle bir şekilde sonuca ulaşmak oldukça keyfi yorumlanabilen bilinmeyen uluslararası teamül hukuku kuralı ilanının, tüm uluslararası mahkemeler tarafından yapılabilmesi ihtimali olan tehlikeli bir haldir.

5. Bazı Uluslararası Yargı Kuruluşları Sayesinde Teamül Haline Dönüşen Uluslararası Prensipler 

a) İç Çatışmalarda Sivillerin Korunması Prensibi

12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri ortak m.3’de[15] düzenlenen iç çatışmalarda sivillerin durumunu içeren durum 1995 Tadic Davası’nda[16] meydana gelmiştir. Bu prensibin YUCM (Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi) tarafından teamül hukuku haline gelmesi oldukça önemlidir. Bu davada YUCM, önceki uluslararası mahkemelerden ve önceki teamül hukuku kuralı tespiti faaliyetlerinden olduğundan farklı olarak, teamül tespitinde geniş çaplı bir incelemeye  başvurmuştur. Önceki uygulamalarda örneğin bir antlaşma hükmünün teamül kuralına dönüşümü incelenirken kuralın doğrudan doğruya teamül kuralı olduğu tespiti ile yetinilmekteydi. YUCM, bu yöntemle yetinmemiş Tadic Davası’nda, uluslararası teamül kuralının unsurlarına dönük kanıt arama yoluna gitmiştir.[17] Öyle ki mahkeme, devlet uygulaması ve opinio juris unsurunun tespiti için İspanya İç Savaşı ve Çin-Japon Savaşı ile ilgili devlet beyannamelerine ve Milletler Cemiyeti Genel Kurulu kararlarına başvurmuştur. Ayrıca burada da bu hususu ‘‘insanlığın temel mülahazaları’’na da dayandırmışlardır.

Tadic Davası’nda, iç çatışmalarda sivillerin korunması prensibinin uluslararası teamül hukuku kuralının unsurlarına dönük incelemelerde doğrudan 1949 Cenevre Sözleşmeleri ortak m.3’e atıf yapılmamıştır. Mahkeme, buna rağmen bu maddede ele alınmış olan prensibin içermiş olduğundan daha geniş bir kapsamın ortaya çıktığını ifade etmiştir. Mahkeme’nin söz konusu bu davranışı bir teamül kuralı tespit ederken sadece uluslararası antlaşmalarla sınırlı kalmayacaklarını kanıtlaması bakımından da oldukça önemlidir.

b) İç Hukuk Yollarının Tüketilmesi 

Devletlerin egemenliğine saygı prensibinin bir ürünü olan iç hukuk yollarının tüketilmesi başta İHAM olmak üzere birçok uluslararası yargı kurulu için de geçerlidir. Nitekim uluslararası antlaşmalarla öngörülen uluslararası denetim mekanizmalarının niteliği ikincildir.

UAD, birçok kararında[18] iç hukuk yollarının tüketilmesi kuralının öteden beri teamül kuralı olduğunu ifade etmektedir. Bu kural ile zarara sebep olduğu düşünülen devlete kendi hukuk sistemi içerisinde telafi imkanı da sunulmuş olmaktadır. Bununla birlikte mahkeme genellikle iç hukuk yollarının tüketilmiş olması kuralının, teamüli bir uluslararası hukuk kuralı olduğu dile getirmiş olsa da herhangi bir şekilde devlet uygulaması ya da opinio juris unsurlarının incelemesine girmemekte, bu unsurların varlığına dönük kanıtlar ortaya koymamaktadır.

c) Kuvvet Kullanma ve Kuvvet Kullanma Tehdidi Yasağı

Uluslararası hukukun en önemli kurallarından olan bu yasak en çok ihlal edilen kuraldır. Üstelik de halen ihlal edilmeye devam edilmektedir. Hal böyle olunca da hakkında en çok düzenleme yapılan kural olması da olağandır. Bu kural sebebiyle birçok devlet sayısız uyuşmazlıklar sebebiyle yargı makamlarının önüne gelmiştir. Kuvvet kullanma yasağını ele alan uluslararası belgelerin bilinen ilk örneği, beş devlet arasında imzalanan 1925 Ren Misakı’dır. 1928 Briand-Kellogg Paktı ise, çok sayıda devletin katılımıyla, kuvvet kullanımı yasağı hususunda ilk çok taraflı antlaşma olarak kabul edilmektedir. İlgili yasağın bir anlamda evrensel kabulünü sağlayan ise, BM Antlaşması olmuştur. Belirtmek gerekir ki BM Antlaşması m. 2/ 4, kuvvet kullanımını ve kuvvet kullanımı tehdidini açıkça yasaklamaktadır.[19]

6. Sonuç

Kabul etmemizde şüphe yoktur ki uluslararası teamül hukuku, uluslararası hukukun temel yapı taşıdır. Günümüzde yürürlükte olan anlayışların, kodifiye edilmiş antlaşmaların ve bunlara bağlı uygulamaların neredeyse hepsi teamül hukukundan doğmuştur. Öyle ki bu süreç çağlar öncesinden başlamıştır.

Teamül hukuku tespiti yapılırken de başta Uluslararası Adalet Divanı olmak üzere ilk önce objektif unsur (devletlerin uygulaması) ve sübjektif unsur (opinio juris) incelemesine gidilmektedir. Kimi mahkeme kararında objektif unsurun kimi kararlarda da sübjektif unsurun ön plana çıktığını görmekteyiz. Mahkemeler bununla da kalmayıp iki unsuru birden dışlayıp tümdengelim yöntemi gibi uluslararası hukukta teamül tespiti için yeni sayılabilecek yöntemlere de başvurmuşlardır. Öbür taraftan da uluslararası yargı kuruluşlarının bir teamül kuralının varlığı noktasında önceki tarihli bir başka yargı kuruluşu kararına referans verdikleri zaman, genellikle bununla yetindikleri herhangi bir teamül incelemesi yapmadıkları görülmektedir. Tarihsel gelişim içerisinde kodifiye edilmiş bir sistem belirlenmemiş olmasından ötürü bazı çevreler tarafından her uyuşmazlıkta farklı şekilde ilerlenmesi de eleştirilmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki her uyuşmazlık için aranan teamül kuralının varlığının tespiti kendine özgü durumlar içerdiği için farklı şekillerde tespite gitmesi oldukça normaldir.

[1] İbrahim KAYA ve Yücel ACER, Uluslararası Hukuk Temel Ders Kitabı, Ankara, Seçkin, 12.Baskı, 2021, s. 55

[2] Emre ÖKTEM, Uluslararası Teamül Hukuku, İstanbul, Beta, 1.Baskı, 2013, s. 8

[3] ‘‘Her devlet karasularının genişliğini tesbit etme hakkına sahiptir; bu genişlik işbu Sözleşmeye göre tesbit edilen esas hatlardan itibaren 12 deniz milini geçemez.’’

Ayrıca bu konuda bakınız, Ülkü HALATÇI ULUSOY, Uluslararası Hukuk Açısından Ege Hava Sahasında Türkiye ve Yunanistan Arasındaki Sorunlar, TBB Dergisi, Sayı 109, s. 303

[4] Berat Lale AKKUTAY ‘‘1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi Çerçevesinde Çekinceler ve İhtiyari İstisnalar’’, Public and Private International Law BulletinVolume 31, Issue 1, 2011, 1-27

[5]Tezcan DURMUŞ (1994) “Bozkurt-Lotus Davasının Uluslararası Hukuktaki Önemi ve Yeri”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C. 2, S. 4, s. 267-268.

[6] Saadet Kök DEĞERLİ, ‘‘Uluslararası Teamül Hukukunun Tanımlanması’’, YBHD Dergisi, Sayı 2018/2, s.247–263

[7] Bozkurt- Lotus Davası, USAD Kararı, Series A.-No. 10, s. 28, K.T. 07.09.1927

[8]“Aynı kıta sahanlığı, sahilleri karşı karşıya bulunan iki ya da daha çok devletin ülkelerine bitişik bulunması halinde, bu devletlerden her birine ait olan kıta sahanlığının sınırları bunlar arasındaki antlaşma ile belirlenir. Böyle bir anlaşmaya varılamazsa veya hususi şartlar başka bir sınır hattı kabulünü haklı göstermiyorsa, kıta sahanlıkları arasındaki sınır, bütün noktaları bu devletlerden her birinin karasularını genişliğini sınırlamada başlangıç olarak kabul edilen esas hatların en yakın noktalarına eşit mesafede bulunan bir orta hat (median line) ile belirlenecektir.’’ (Birinci Fıkra)

“Aynı kıta sahanlığının, bitişik iki devletin ülkelerine bitişik olması halinde, kıta sahanlığının sınırı bu devletler arasındaki antlaşma ile belirlenecektir. Böyle bir anlaşmaya varılamazsa veya hususi şartlar başka bir sınır hattı kabulünü haklı göstermiyorsa, sınır bu iki devletten her birinin karasularının genişliğini sınırlamada başlangıç olarak kabul edilen esas hatların bütün noktalarına eşit mesafede bulunma prensibinin uygulanması ile tespit edilir.’’ (İkinci Fıkra)

[9] Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Kararı, UAD Kararı, K.T. 20.02.1969

[10] Saadet Kök DEĞERLİ ‘‘Uluslararası Teamül Kurallarının Gelişiminde Uluslararası Yargı Kararlarının Rolü’’, Doktora Tezi, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, 2020, s. 211

[11] Schlütter, Birgit (2010) Developments in Customary International Law Theory and the Practice of the International Court of Justice and the International ad hoc Criminal Tribunals for Rwanda and Yugoslavia, Leiden, Martinus Nijhoff Publishers, s. 10.

[12]BM Genel Kurulu Kararı, A/RES/49/75K, K.T. 15.12.1994

[13] Değerli s. 219

[14] Korfu Kanalı Davası, UAD Kararı, s. 27, K.T. 09.04.1949

[15]Milletlerarası mahiyette olmayan bir silahlı anlaşmazlıkların yüksek akit taraflardan birinin toprakları üzerinde çıkması halinde, anlaşmazlığa taraf teşkil edenlerden her biri, en az olarak, aşağıdaki hükümleri uygulamakla mükellef olacaktır: 

l. Muhasamata doğrudan doğruya iştirak etmeyen kimseler, silahlarını terk edenler ve hastalık, yaralılık, mevkufluk veya herhangi bir sebeple muharebe dışı kalanlar, ırk, renk, din ve akide, cinsiyet, doğum ve servet veya buna benzer herhangi bir kıstasa dayanan ve aleyhte görülen hiç bir tefrik yapılmadan insani surette muamele göreceklerdir. Bu sebeple, yukarıda bahis konusu kimselere; aşağıdaki muamelelerin yapılması, nerede ve ne zaman olursa olsun, memnudur ve memnu kalacaktır: 

a) Hayata, vücut bütünlüğüne ve şahsa tecavüz her nevi katil, sakatlanma, vahşice muamele, işkence ve eziyet, 

b) Rehine almak, 

c) Şahısların izzeti nefislerine tecavüz, bilhassa hakaretamiz ve haysiyet kırıcı muameleler, 

d) Medeni milletlerce elzem olarak tanınan adli teminatı haiz nizami bir mahkeme tarafından önceden bir yargılama olmaksızın verilen mahkûmiyet kararları ile idam cezalarının infazı. 

2. Yaralı ve hastalar toplanacak ve tedavi edilecektir. Milletlerarası Kızılhaç Komitesi gibi tarafsız insani bir teşkilat, anlaşmazlık halinde taraflara hizmetlerini arzedebilecektir. Anlaşmazlık halindeki taraflar, bundan başka; hususi anlaşmalar yolu ile işbu Sözleşmenin diğer hükümlerinin tamamı veya bir kısmını yürürlüğe getirmeye çalışacaklardır. Yukardaki hükümlerin uygulanması anlaşmazlık halinde bulunan tarafların hukuki durumları üzerinde bir tesir icra etmeyecektir”.

[16] Yugoslavya’da işlenen savaş suçları için Lahey merkezli kurulan mahkemeler ve işlenen toplu davaların doktrinde sıkça 20 yıllık mahkumiyet alan politikacı Dusko Tadic’in adıyla anılmasından; bahsi geçen davaların genel ismidir. Silahlı çatışmalarda kadınlar kadar erkeklerin de cinsel saldırıya maruz kalabildiği gerçeği ile insancıl hukuka yeni önlemler ve sözleşme maddeleri alma gereğini fark ettirmiştir.

[17] Değerli, s. 270

[18] ‘‘M/V “Virginia G” (Panama/GuineaBissau)’’, ‘‘Panama v. Guinea Bissau’’, ‘‘Interhandel Davası’’

[19]Pazarcı, Hüseyin (2006) Uluslararası Hukuk Dersleri, Dördüncü Kitap, Ankara, Turhan Kitabevi, s. 112


Beğendiniz mi? Arkadaşlarınızla Paylaşın!

89

0 Yorum

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.